Ömer Madra: İstanbul Bilgi Üniversitesi Rektörü, İletişim Fakültesi’nin de eski dekanı Prof. Aydın Uğur konuğumuz. Hoş geldiniz!
Aydın Uğur: Hoş bulduk!
ÖM: Her şeye baştan başlayıp, Türkiye’de gazetecilik eğitimi ve iletişim fakültelerinin genel durumu hakkındaki düşüncelerinizi soralım. Gazetecilik öğretilebilir bir şey midir?
AU: Gazetecilik öğretilebilir ama iyi gazetecilik öğretilir mi onu bilmiyorum. Tıpkı müzik gibi bir şey, bir adama piyano çalmak öğretilir ama virtüöz olmak için o adamın içinde bir şeyler daha olması lazım, yani o eğitimin verebildiğinin ötesinde bir şeyler olması lazım. İyi gazetecilik dediğimizde, esasen dünya hallerinin analizine dair sağlam bir donanım gerekir. Artık dünyada medyanın teknikleri aşılmak üzere dahi olsa... Ortalık bir haber nasıl yazılır? Bir programda hangi unsurlar öne çıkartılmalıdır? Bunlar biliniyor, dolayısıyla bunlar öğretilebilir. Bunun için 4 sene lazım mı onu bilmiyorum. Ondan sonra iyi olmak için ise başka bir şey lazım; adam da merak olması lazım, ilgi olması lazım, bir de o mesleğin içinden esen bir rüzgâr var galiba, yani hayatın arkasından kuyruğunu sıkıca tutmuş olarak yerlere çarpa çarpa sürüklenmenin getirdiği bir keyif var gazetecilik işinde, o keyfi alıyor olmak lazım. Herkesin sevdiği bir şey de değil bu. Savaş muhabiri denilen adamı anlamak kolay bir şey değil, ama savaş muhabirleri, dünyanın en yüksek adrenalinli, en keyifli işini yaptığını da düşünebiliyorlar. O bakımdan, evet öğretilebilir, ama iyi gazeteci olmak için sadece eğitim yetmez.
ÖM: Savaş muhabirlerinden bir tanesi, Savaş Hayatımıza Anlam Katan Bir Şeydir diye bir kitap yazdı ve ödül kazandı.
AU: Bunu her birimiz söylemeyiz, söyleyemeyiz, söylemek istemeyiz, en azından ben. Bir anlam, ama onun kastettiği anlamı katmaz bize savaş.
ÖM: Türkiye’de, iletişim fakülteleri, gazetecilik, radyo, televizyon, medya, çok ilgi gören ve gittikçe daha fazla sayıda öğrencinin meslek olarak seçmeyi düşündüğü bir alan gibi bir izlenim var bizde. Bu doğru mu?
AU: Doğru. Bunun gerisinde herkesin bildiği bir şey var, bu faaliyet alanının toplumdaki yerinin giderek hem büyümesi hem de görünürlüğünün artması. O yüzden bu ilgi, iletişim fakültelerinin becerisinden değil de daha çok dünyadaki iletişim faaliyetlerinin öneminin ve alanının genişlemesinden kaynaklanıyor. Bizdeki iletişim eğitimi nasıl? Aslında bizde yapılmakta olan eğitimin içine girmeden önce eğitimin yapısı ile ilgili bir şey söylemek isterim. Şahsi fikrim o ki, 4 yıllık iletişim eğitimi yerine lisans eğitimi bittikten sonra verilecek olan, 1,5-2 yıllık bir eğitimle, değişik iletişim meslekleri becerilerinin verilmesi daha doğru olur. Türkiye’deki daha çok Anglo Saksonlarda, Amerikalarda olan bir modele benziyor. Benim bildiğim Fransa’da, İtalya’da reklamcılık eğitimi lisansı 4 yıl boyunca verilmiyor, ya da halkla ilişkiler eğitimi lisansta öğretilmiyor Avrupa’da, lisans sonrası bir takım mesleki kurslarla veya master benzeri yapılarla öğretiliyor, ama Amerika’da böyle. Avrupa’da Televizyon gazeteciliği 4 yıllık lisansla verilmiyor. Bana öyle geliyor ki, sağlam bir sosyal eğitimi almış olan birisi, 4 yılın üzerine de mesleki becerileri edinmek üzere 1-2 yıl meslek eğitimi geçirdikten sonra çok sağlam bir gazetecilik donanımı edinmiş olur. Bizde öyle değil.
Avi Haligua: Tercih sebebi ne Amerika’da ve Türkiye’de 4 yıllık olmasının?
AU: Bizdeki ilk iletişim eğitimini başlatan yer İstanbul’daki 2 yıllık Basın ve Yayın Yüksek Okulu’ydu.
AU: Galiba Basın Enstitüsü adıyla 1960’larda bir eğitim kurumu var ama o 4 yıllık bir eğitim değil ve çok da göz doldurmuş değil. Asıl göz doldurduğu varsayılabilecek olan, akademik yapının içinde ele avuca gelir bir tutarlılığı ve kıvamı olan eğitim Ankara Üniversitesi’nin bünyesinde, Basın Yayın Yüksek Okulu adıyla başlıyor. O da dünyadaki genel eğilimle paralel giden bir şey. O dönem, savaş sonrası kalkınma hamlesinin, kalkınmacılık arayışlarının her tarafta ağır bastığı dönem, medyanın -adlı adınca söyleyelim- cahil kitleleri bilinçlendirmesi, bilgilendirmesi, bir ülke bütünlüğü, düşünsel bütünlüğü, ideolojik bütünlüğünü tesis etmesi için öneminin farkında olan uluslararası kuruluşlar, o sırada ortalıkta ne varsa, UNDP’ler, UNESCO, BM, Amerika’nın kalkınma programları, vs. bunların hepsinin ortak görüşü böyle bir eğitimin 4 yıl modeli üzerinden başlatılması. Ankara’da bu başlıyor ve yurtdışı destekle başlıyor. Güzel de bir program kuruluyor, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin hocalarının elini taşın altına koydukları bir eğitim. Tabii meslekten adamlar da geliyor ama sağlam bir sosyal bilimler alt yapısı da veriyor. O yüzden de herkes onu taklit etti sonra. Bir de bizde her şey standart olduğu için, “bu başka türlü olamaz” dendi, öyle gitti. Mesela İskandinavlarda böyle değildir. 4 yıllık olan, bir tür sosyal bilim niteliğinde, meslek üzerine düşünmek analizini yapmak, sosyolojisini yapmakla ilgili, yani medya kavramını anlamaya çalışmakla ilgili. İkinci konu da şu, iletişim fakültelerinin bizde sayısı çok, şu andaki sayıyı söylemekten korkarım ama 25’i geçti. Bir de yeni yeni özel üniversiteler de açıldığı için, tam sayıyı izlemek çok kolay olmuyor. Temel eleştiri, bu kadar çok iletişim mezununu emebilecek istihdam noktaları var mı? Ben bu soruyu hem önemli, hem önemsiz addediyorum.
ÖM: Bu ilginin artarak devam ettiğini de söylememiz mümkün, ama aynı zamanda yapılan bütün araştırmalarda, medyanın çok yüksek prestije sahip bir meslek dalı olmadığı sonucu da çıkıyor, buna rağmen istek ve talep devam ediyor.
AU: Ama siz içindesiniz, herhalde bu yorgunluğa, bu sinir gerginliğine, vs. değiyor diye siz de düşünüyorsunuzdur?
ÖM: Herhalde mazoşist olduğumuz için.
AU: Her şeye rağmen, millet ömür boyu parmak kaldırıyor, bir kelime bile söylemesine hayat izin vermiyor “öğretmenim, öğretmenim!” diyor. Siz sabahtan akşama kadar parmak havada! Bu az tatmin değildir.
ÖM: Doğru.
AU: Bu bazılarına iyi geliyor, birazcık da ortalıktaki sosyal dedikodu diyor ki, “bu alanda eğer başarılı olursanız oldukça iyi bir yaşam standardı yakalarsınız”, ki doğru. Garantili olan tarafı da renkli insan görürsünüz, bir tapu kadastro memurunun hayatına kıyasla bir savaş muhabirinin hayatı çok daha renkli karelerle doludur. Tabii o renkli kareler bazen öldürücü olabiliyor ama olsun. Dolayısıyla bu çok etkiliyor çocukları, genç insanları.
AH: Son 20 senedir çalışma koşulları medyada daha iyiye doğru gitti gibi bir sonuca varabilir miyiz, daha çok mu para kazandırıyor?
AU: Varabiliriz. Çay-simit dönemi geride kaldı, hep anlatılan Bab-ı Ali öykülerinde, her 15 dakikada bir ortaya bir simit bir de çay gelir diye hatırlarım.
ÖM: Bazı önemli eksiklikler de hâlâ var, onları da başka programlarda kapsayacağız ama...
AU: Olmaz mı? Sendikal örgütlenme yok, zor koşullarda çalışılıyor, mesleğe ilk girenler parya muamelesi görüyor, staj adı altında ücretsiz köle emeği kullanılıyor, vs. bunların hepsi var. Eskiye göre daha mı iyi, evet daha iyi.
ÖM: Talebin de artarak devam etmesinden de anlaşılıyor.
AU: Liselerdeki eğitimi andıran bir yelpazelenme var bu fakültelerde de, hepsinin adı lise ama bazıları var ki çocuklara okuma yazmayı zor öğretiyor, bazıları var ki dünya standardında eğitim veriyor. Sanıyorum iletişim fakülteleri için de benzer bir yelpazelenmeden söz etmek mümkün. Bazı mahrumiyet noktalarında olan fakültelerde zor şartlar altında eğitim verildiğini biliyorum; hocaların bütün iyi niyetlerine ve özverili çabalarına rağmen. Buna karşılık metropollerde bazı fakülteler ise, herhalde dünyadaki eğitim ne ise onun ta kendisini veriyor. Dünya çapında bir eğitim veriyor onlar diyebilirim, ama dünya çapında lafını da büyütmüyorum, bu verilen eğitim Sydney’de de, Helsinki’de de, Minnesota’da verilen eğitimden hiç geri kalmayan bir eğitim. Yani şaheserler yaratılıyor demiyorum ortalamanın üstünde kabul edilecek bir üniversite ile çok rahatlıkla başa baş eğitim veren iletişim fakülteleri var Türkiye’de de. Bizdeki problem üniversitelerde değil zaten.
ÖM: Biraz da ona geçelim o zaman, bir problemin varlığından söz etmek çok doğru, çünkü genel kanaat o ve hissediyorsunuz da problemi...
AU: İstersen sen de ağzındaki baklayı çıkar, biz gazeteci büyükleriyiz, bu iletişim mezunları kötü geliyor karşımıza. Yani yeterince donanımlı gelmiyorlar. Bu çocuklardan beklenti o ki, bunlar Türkçe’yi iyi kullanacaklar, meraklı olacaklar, üstüne gittikleri konuya ilişkin siyasi, hukuki, ekonomik, sosyolojik, sosyopsikolojik, vs. verilerin kokusunu doğru alıp onları doğru bağlama oturtacaklar. Bunu yaptıktan sonra, iyi bir Türkçe yetmez, izleyicinin, okurun ilgisini çekecek biçimde, konuya haksızlık etmeden aktaracak. Bütün bunlar ciddi bir birikimle bağlantılı şeyler. Türkçe’nin üniversitede verilmesi, bunun üniversiteye kalması acı bir şey, bir sosyal duyarlılığın bütününün üniversiteye kalması da olacak iş değil. Yani lise eğitiminin çocukları belli bir kıvama getirmesi lazım ki üniversite de bunlara mesleki donanımı veya analitik donanımı aktarsın. Şu anda üniversiteye düşen, önce lisenin vermediği boşlukları doldurmak, sonra ilkokuldan itibaren çocuklara hiç verilmemiş olan sosyal merakı gıdıklamaya çalışmak. Sonra düzgün bir vatandaşın ihtiyacı olan, dilini doğru konuşma ve yazmayı öğretmek. Bizde üniversitelerde, Batı’da pek olmayan bir problem de var, Batı’daki çocukları üniversiteye geldikleri zaman kişisel olgunlaşmalarında belli bir noktaya varmış oluyorlar, yani ilk paralarını iyi kötü kazanmış oluyorlar, cinsel deneyimlerini yaşamış oluyorlar, ailelerinden ayrı tatil yapmış oluyorlar, vs. dolayısıyla kişilik olgunlaşmasında belli bir noktada oluyorlar.
ÖM: Fikri bağımsızlık...
AU: Oysa bizde bu fikri, ruhi ve bütün global olgunlaşma süreci üniversiteye taşınıyor. Çocuklar kendileriyle mi boğuşsunlar, dersleriyle mi boğuşsunlar, hayatla mı boğuşsunlar, çok zor bir şey. O yüzden aslında bizdeki üniversite, sanıyorum Batı’daki üniversitelerden daha farklı bir malzemeyi inceltmek, üzerinde çalışmak zorunda.
ÖM: Bunun için ne yapılıyor? Mesela edebiyat dersleri, Türkçe dersleri gibi pragmatik şeyler de konuyor mu?
AU: Bu tür şeyler periodik olarak bütün fakültelerde görülüyor, “ya, bu çocuklar adam olmaz”, “çok kötü geliyorlar”, “bunlara şu, şu, şu dersleri verelim”, sonra “yahu, bu dersler olmadı, bunu verelim” şeklinde bir sarkaç içinde gidip geliyor, bunu da doğal karşılamak lazım. Aynı şey fizik alanında söz konusu değil muhtemelen, mühendislik alanında da değil, çünkü fizik için lisede belli bir matematiği, fen bilimlerini biraz sevdirmiş olmaları lazım ama sosyal alandaki gibi geniş bir araziden yararlanmanız gerekmiyor.
AH: Bir uzmanlık yeterli olabiliyor.
AU: Belli bir zeka türünüz varsa altından kalkabiliyorsunuz ama sosyal alan sanıldığından daha komplike bir alan. Dolayısıyla çok fazla becerinin aynı anda seferber edilmesi gerekiyor. Genellikle küçümsenir, sayısalcılar iyidir filan denir ama sayısalcıların önündeki değişken sayısı ile sosyalcilerin önündeki değişken sayısında büyük fark var. Sosyal olayın içinden alnının akıyla çıkan adam bence daha kompleks bir işi becermiş demektir.
ÖM: Sayıları 20’nin üzerinde olduğu söylenen iletişim fakültelerindeki, sayıları da epey yüksek olan öğrencilere, aynı tedrisat mı uygulanıyor, yoksa 4 yıllık eğitim yerine bunu 2’ye indirip, hayatın içine mi sokmak gerekir? Bir de disiplinler arası, edebiyat gibi ya da eksikliğini her alanda duyduğumuz tarih gibi dersler de verilmeli mi müfredat içinde?
AH: Bunlar var zaten zorunlu olarak.
AU: Zorunlu değil. Orada şöyle bir haksızlık yapılıyor; kolaycılığa kaçılıyor, yani herşeyin dışarıdan ve yukarıdan bastırıldığı gibi bir inanca sahip herkes. Tabii bir asgariyi arıyor merkezi sistem, ama üniversitede kaç yıl yöneticilik yaptım, bu 80’lerin başında doğruydu, yani herhangi bir ders değişikliği için hatırlarım, üniversite senatosuna gitmekten öteye, Ankara’da, YÖK nezdinde bir komisyon vardı, bir dersi kaldırıp koymak üzere, onun onayı alınırdı, ama bu 85’lerde idi. Arada YÖK çok değişti, epey evrildi, öyle ders düzeyinde, müfredat düzeyinde herhangi bir değişikliğe karıştığı yok. Yeni bir program açıyorsanız, o program için gerekli hocanız var mı, kütüphane imkânınız var mı, program akla, fikre uygun mu, vs. konusunda bir denetleme işini yapıyor, ondan sonra büyük ölçüde kendi halinize bırakıyor.
AH: İnkılap tarihi filan zorun değil mi?
AU: Onlar zorunlu, toplam zaten 40 ders veriyorsun, iki tanesi de merkezden alıver artık, o kadarı Türk çocuğunda olur! Bence tabii alanın da kendi kendine koyduğu bir takım asgariler var, onların olması lazım, ama onun ötesinde eğer “ben bir çeşitlenme arzu ediyorum” dersen buna engel yok, yeter ki dosyalarını doğru dürüst hazırla, taleplerini yap. Ben İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin kuruluşundan itibaren İletişim Fakültesi dekanlığını yaptım, Türkiye’de hiç adı dahi olmamış olan bir sürü, daha önce emsali, örneği olmayan bölümler kuruldu, adı verildi, onayı alındı, dünyada da hatta az sayıda olan örneklerden benzer dersler çıkartıldı. Vazgeçtim Türkiye’deki kapalı dünya uzmanlarının bilgisi, dünyadaki belirli sayıdaki uzman çevresi dışındakilerin pek farkında olmadığı bir sürü ders konuldu, verildi. Sanıyorum özel veya vakıf üniversitelerinin devreye girmesi bu süreci hızlandırdı, özellikle iletişim eğitimi konusunda hızlandırdı, çünkü iletişim eğitimi pahalı da. Donanım gerektiriyor, sarf malzemesi var, en azından sürekli takibi de gerektiriyor, olup biteni, yani yayınların izlenmesi, vs. Vakıflar burada iyi kötü çocukların da taleplerini, beklentilerini karşılayabilmek için bir çizginin ötesinde, donanım, alt yapı getirdiler. Zaten devlet de bir eşiğin hemen önüne gelmişti, topluca sanıyorum yukarıya doğru hafif bir hareketlenme oldu. Çeşitlilik var bana sorarsanız iletişim fakülteleri arasında, yani tıpkı liselerde olduğu gibi. Adlı adınca söylemek gerekirse, mesela İstanbul Alman Lisesi ile Anadolu’daki ücra bir liseyi yanyana koyun, ne görüyorsanız aynı şeyi iletişim fakülteleri arasındaki o çeşitlilikte de göreceksiniz.
AH: Medyada iş bulma oranlarına da herhalde bu yansıyor?
AU: Tabii. Bu kadar çok mezun nerede yer alacak? Aslında basın veya medya, kendi elemanlarını iletişim fakültelerinden almakla yetinmiyor ya da hep bunu tercih etmiyor, hatta gidip başka yerlerden almayı tercih ediyor. Böyle iki tane tespit veya iddia var. Birincisi, iletişim fakültesinden mezun olanları nereye istihdam ettirmeli? Burada bir planlama eksikliği olduğu açık, oldukça kalabalık iletişim fakültesi mezunu var. Yıllar içinde, benim de neredeyse 30 yıla yaklaşmış üniversite yaşamında gördğüğüm bir şey var...
ÖM: Aslında başından beri iletişim eğitiminin içindesin.
AU: Esasen siyaset bilimciyim, siyaset bilimi bölümlerinde de hocalık yaptım aynı zamanda, dolayısıyla 2-3 alanı da görece yakından izleyebilme şansım oldu. Soru aslında herkes için biraz geçerli bir anlamda, eğer çok az sayıda robotikçi yetiştirmiyorsan. Bizde çok büyük sayıda siyaset bilimci yetiştirilir. Bu kadar çok siyaset bilimci, siyasetçi mi var, siyasi partiler kendi üyelerini ve yöneticilerini siyasal bilgiler mezunları arasından mı alıyorlar? Böyle bir soru da aynı derecede meşru. Hayat öyle çalışmıyor, bir takım meslekler var, onların adları da meslek olarak kabul edilmiş, hukuk, tıp ve mühendisliğin bazı alanları, mimarlık da esasen kendisini öyle kabul ediyor. İlk üçü zaten çok eski çağlardan beri gelen disiplinler olduğu için, farklı da kabul ettirtiyor, 6 yıllık eğitim veriyor mesela, uluslararası düzenlemelerde kendilerini bir kenara koydurtmanın, gelenekten ötürü, zeminini sağlamış oluyor, vs. Onun dışındakilerde bir geçişgenlik var, şirket yöneticiliği için illaki işletmeden mezun olmak gerekmiyor, makine mühendisleri şirket yöneticisi oluyor, vs. Banka müdürlüğü için sanıyorum illaki finans bölümünden mezun olmak gerekmiyor, sanatçılık için güzel sanatlardan mezun olmak gerekmiyor. Aslında senin asıl alanın hukuktur.
ÖM: Evet.
AU: Avi Senin?
AH: Benim antropoloji.
AU: Görüldüğü gibi tıp, hukuk, mimarlık ve mühendislik gibi alanların dışında, bu çapraz geçişler aslında istihdam yapılanmasının büyük kısmını üstleniyor. Bir de biliyoruz ki, bizden daha ileride olan ülkelere baktığımızda, faal olunan hayat sırasında, yani 20 ile 65 arasındaki süre içinde insanların mezuniyet sonrası iş değiştirme sayısı 10’ları filan bulmuş oluyor. Yani siz 60 yaşınıza kadar 10 tane iş değiştiriyorsunuz. İş derken bir şirketten ötekisine anlamında değil, sektör değiştiriyorsunuz. Siz hangi adama 10 tane meslek öğretebilirsiniz. Bana sorarsanız yüksek eğitimde esas yapabileceğiniz şey, çocuklara sağlam bir analiz becerisi vermek, iyi bir sentezci olmalarını sağlamak, dili ve yazmayı iyi öğretmek ve meraklı olmalarını sağlamak. Eleştirel bakmasını sağlayıp, bir de düşündüğünü yansıtabilme becerisini verebilirseniz o çocuk habire değişen bütün şartlara karşı direnebilir, onlarla sörf yapabilir. Oysa şu anda herhangi bir alanda vereceğiniz mesleki bilgi, donanım zaten 5 yılda eskiyor. Ben bir sürü dersimin 5 yılda verilemez olduğuna şahit oldum. Herşey değişiyor, örnekler değişiyor, hayat değişiyor, atlaslar değişiyor, teknoloji değişiyor müthiş bir hızla değişiyor.
ÖM: Artık gazeteciliğin kendisi de, internet dolayısıyla çok değişti. Liselerden bağımsız bir kişiliğin pek kazanılamadan mezun olunduğundan, bu olgunlaşmanın üniversitede kazandırılmak zorunda olduğundan bahsettik. Bir de medyanın, aslında bildiğimiz, ama hep de unuttuğumuz bir yönü var; çoğulcu demokrasinin genişlemesi, yaygınlaşması açısından medyanın hayati bir önemi olduğunu iyi kötü biliyoruz. Burada da bir manevi cesaret ve bağımsız kişilik verilmesinin hayati önemi olduğunu düşünüyorum. Bunu ne ölçüde verebiliyor iletişim fakülteleri?
AU: Az önce dediğim gibi, verebileni çok, veremeyeni de bir o kadar çok. O fakültedeki genel iklime bağlı olan bir şey bu. Sanıyorum metropollerde, senin arzu ettiğin türden, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bir iklim daha kolay yeşerebiliyor. Metropollerde yer alan fakültelerin önemli bir kısmında sanıyorum bu beceriliyor, ama daha muhafazakâr, daha orta eğitime benzer bir yüksek eğitimin talep edildiği iklimlerde, biliyorum ki çok kolay olmuyor. Dolayısıyla orada da bir tercih oluyor, hakiki gazetecilik yapacak olanlar belli fakültelerden istihdam ediliyorlar, bir eleştirel bakış tecrübesi almış olan, birikimi almış çocuklar tercih ediliyor.
ÖM: Bu eleştirel bakışı ikinci defa vurgulaman çok yerinde, çünkü hayati gibi görünen unsurlardan bir tanesi de bunun kazandırılması.
AU: Medyanın temel işi o, yürüyen şeyler değil yürümeyen şeyleri görmesi ve düzeltilmesi için parmak basması lazım. Durmadan herşeyin iyi gittiğine dair iman tazeleyecek olanlar daha çok başka yerlerde, dini kurumlarda olmalı, medyada iman tazelenmez.
ÖM: Bu gidişatı nasıl değerlendiriyorsun? Epey süreden beri hızla ilerleyerek ve hızla değişerek gelişen bir ortam içinde, Türkiye’ye medya ve iletişim eğitiminin genel doğrultusu, değişim yönü nedir?
AU: Kopmalar olacağını sanıyorum, Türkiye’de giderek kırılmalar olacağını düşünüyorum. Eğer Avrupa süreci müthiş bir tıkanıklığa girmez ise, Türkiye kendi içine kilitlenmezse ve şu anda son 5-6 yıldır sürdürdüğü yönelim düşe kalka da olsa hızla devam ederse, varsayımım bu şekilde. Ama eğer Türkiye kendi içine kapanır, Avrupa’dan kopar, Ortadoğu ülkesi olursa, tabii onu bilemem, o ayrı bir perspektif, öyle olmaması için çaba göstermek lazım, ama Avrupa perspektifine doğru evrilmeye devam ederse, ben Türkiye’nin bir sürü alanında olduğu gibi, eğitim alanında da ikili bir yapının, iki vitesli bir yapının ortaya çıkacağını düşünüyorum. Bundan kastım şu; bir kısmında daha ileri doğru, Avrupa ile öğrenci alışverişi, hoca alışverişi, program alışverişi, ortak diplomalar, gelmeler, gitmeler, vs. olacak, diğerleri ise daha mahalli imkânlarla, mahalli bir ufukla işi götürecek. Ben yakında bir sürü üniversitede bir sıçramanın yaşanabileceğini düşünüyorum.
AH: YÖK yapısına rağmen mi?
AU: Tabii, çünkü YÖK buna engel değil. YÖK de Avrupa sürecinin devletle birlikte bir parçası. Dolayısıyla Avrupa’daki üniversitelerdeki tartışmalara, yani Bolonya sürecine, Lizbon sürecine, vs. hepsine dahil olarak çalışıyor, düşünüyor, bağlantılar öyle gidiyor. Mesela bir örnek vereyim, YÖK’ten yeni gelen ve bence hayırlı olduğunu düşündüğüm bir talep, bir süreç var; üniversitenin kendilerinin akademik kalitelerini değerlendirmeleri için bir süreç başlıyor. Komisyonlar kuruluyor, bir tür akademik ‘auditing’ yapılmak üzere. Bu Avrupa’dan gelen bir yöntem. Avrupa kendi içinde standardı yakalamak için, geçişkenliği mümkün kılacak, yani 220 volt her tarafta olsun ki prizi heryerde takabilesin. Bu hikaye için bir takım yenilikler, yeni adımlar atıyor, bizim üniversitelerimizde, bir sürü üniversitede buna gidiliyor, farkına varılmadan. Erasmus Çocukları var.
ÖM: İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Yunanistan’la hem öğretim üyesi, hem de öğrenci değişimi var.
AU: Bir sürü üniversitede var.
ÖM: Özellikle geçen yıl verdiğim derslerde gördüm, bunun çok iyi de bir örneği olduğunu düşünüyorum; 3 öğrencim Yunanlıydı, 6 kişilik yüksek master sınıfında. Çok iyi bir diyalog geliştirici ve arttırıcı bir yönü var.
AU: Tabii ki.
ÖM: Özellikle AB doğrultusundaki çabalarda büyük bir yol kazası olmazsa, bir iyiye gidişten bahsedebiliriz değil mi?
AU: Tabii. Türkiye, birden fazla vites bir ülke, mecaz kullanmak mümkünse. O buraya da yansıyacak. Biz kendi sistemimizin daha iyi olmasını gönülden arzuluyoruz, ama çok da felaket durumda değil Türk üniversite sistemi, haksızlık yapmamak lazım. Çünkü yıllardır asgari beceriyi, en azından formel beceriyi yakalamış durumda. Formel beceriyi yakalayamayanlar bile var yeryüzünde. Yani bizim fiziğimiz yerinde, bizim kimyamızda bozukluk var.
ÖM: Formel beceriden kastettiğin ne?
AU: Girdiğin zaman üniversite gibi üniversitedir heryer, mekanizmaların hepsi üniversite gibidir, dünyadaki herhangi bir üniversite gibidir. Kurumların hepsi dünyadaki herhangi bir medeni üniversite gibidir, lakin kimyası bozuktur.
AH: Yine de medya çevrelerinde bir kalite düşüklüğünden de bahsediliyor, 20 sene önce daha kaliteli haberler yapıldığından söz ediliyor. Söylediğinizle ikisi tam oturmuyorlar gibi.
AU: Anlamadım?
AH: Haber kalitesinde bir düşüş var, ama iletişim fakültelerinde iyiye gidiş var.
AU: Tabii. Çünkü iletişim fakültesi mezunları henüz haberin kaderini tayin edecek noktaya gelmediler.
AH: Alt kademelerde olmalarıyla mı bağlantılı?
AU: Bir sürü televizyonda hakikaten çok sayıda iletişim fakültesi mezunu var.
ÖM: Medyada son derece gerekli olan şeylerden bir tanesi de ‘fikri takip’, yani bir haberin takibini yapabilmek, sonuna kadar gidebilmek ve durmadan kovalamak, işin peşini bırakmamak. Bunun manevi cesaret dediğimiz, moral cesaret dediğimiz şeyi gerektirdiği söylenebilir ki, bence buna medyada çok ihtiyaç var.
AU: Ondan öteye, Türkiye’de herhangi bir lafı söylemek epey düz cesareti gerektiriyor. Çünkü birileri hemen öfkeleniyor, ağır tahrik olduğu düşüncesiyle bu lafı senin ağzına tıkıyor.
ÖM: Bu da tabii çok zorlaştırıyor medya sektöründe çalışanların işini.
AU: Medyada iyi olmak bir cesaret işi, yerleşik kalıpların üstüne gitmeyi gerektiriyor; çünkü medya, değerlerle, bakışlarla ilgili bir şey, bir haberi, bir olguyu sunarken ağır biçimde değerlerden ve perspektiften yararlanıyorsun, ama yaptığın eğer yerleşik olanın ta kendisi ise işini iyi yapmıyorsun demektir. O yerleşik olanı sorgulayan bir perspektif noktasına oturman lazım, o zaman bu magazin de olsa, spor da olsa birilerinin tepesini attıracak bir bakıştır, dolayısıyla cesaret gerektirir.
ÖM: Peki o zaman bu 4 yıllık iletişim eğitiminde bu cesarete verilen paye nedir? Veriliyor mu bir paye? Yani bu yönden de öğrencilerin donanımlı olması için uğraşıyor musunuz?
AU: Yine dediğim gibi, kendi üniversitemi anlatmak pek istemiyorum ama burada yeri gerekiyor izin verirsen.
ÖM: Estafurullah.
AU: İstanbul Bilgi Üniversitesi kendisini 10 yılda kanıtladı, nasıl kanıtladı? Bir takım zor konuların üzerine üniversitenin görevi olduğu için gidebildi, işini üstlenebildi. Aynı şekilde eğitimi esnasında da, eğer sosyal dünyaya yönelik bir eğitimse, yerleşik bütün kanıların sorgulanabildiği bir eğitim veriyor. Öyle olunca, öğrenciler daha geniş ufuklu olabiliyorlar, önlerine getirilen herhangi bir lafa kuşku ile bakma terbiyesinden geçiyorlar, o lakırdının altına, sağına, soluna dikkatlice bir daha bakmak gibi bir terbiye alıyorlar. O zaman da, çocukları az önce senin söylediğin noktaya yakın tutan bir birikim oluyor.
ÖM: Bu hayati noktalardan biri.
AU: “Hepsi böyledir” diye bir iddiam yok tabii, ama bizim çocuklara vermek istediğimiz iklim bu, unsurlarını koyduğumuz iklim bu. Çoğu öğrencimiz de bu donanımla hayata atılmış oluyorlar.
ÖM: Medya eleştirisinin de ilginç örneklerinden birini oluşturan Medyakronik de Bilgi Üniversitesi içinde bir süre hayat bulmuş bir şeydi. Herşeye rağmen, medyanın her fırsatta suçlanmasına rağmen, bir medya terbiyesinden ve bir gelişmeden bahsedebiliriz değil mi?
AU: Ben bir şeyden daha bahsetmek istiyorum; sen de ben de, medya konusunda bazen çok sert eleştirilerde bulunduğumuz için söyleyeceğimin çok da yanlış anlaşılmayacağını düşünüyorum. Bizde medya ta başından beri, her zaman toplumun önünü açıcı işlev yaptı, toplumun ortalamasını alırsak, -ki bu anketlerde ortaya çıkıyor, en son bir araştırmadan bahsediliyor basında, o Türkiye’nin ortalaması işte- o ortalamaya kıyasla medyada hakim olan perspektifler hep ufuk açıcı, ilerlemeye doğru oldu, en kötüsünde bile. O bakımdan Türkiye’de medyanın ön açıcı özelliği olduğunu teslim etmek lazım.
ÖM: Dürüst gazetecilik örneklerine de çok sayıda da rastlandığını teslim etmemiz gerekiyor. Çok teşekkür ederiz, Türkiye’de iletişim fakültelerinin durumu ve gidiş yönü üzerinde etraflı bir sohbet gerçekleştirme fırsatı bulduk. İnşallah bunu bir bağıt olarak alıp, sonunda, Medya Konuşmaları’nı bir sempozyumla tamamlayabilirsek çok iyi olacak.
AU: Ne iyi olur, biz de elimizden gelen desteği veririz.
(15 Haziran 2006 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)